27 Temmuz 2012 Cuma

Yine Blogspot Sorunu

     Arkadaşlar bir sorunum var. Hani bir yazıya yorum bıraktığımızda verilen tüm cevaplar mail adresimize gelir ya, artık gelmiyor adresime. Verilen cevapları göremiyorum ve illa o bloga girip bakmam gerekiyor. Ama hangi birine bakayım mail adresimden görüyordum ne güzel. Bu konuda bilgisi olan var mı ?



22 Temmuz 2012 Pazar

Insan Ruhu, Kırılgan Bedeninin Yasamasına Muhtaç Olacak Kadar Çaresiz...

     Dedemin ölümünde bile tam olarak idrak edemediğim bir şeyler vardı. Birkaç gün önce ailemle otururken yengem:


    " O gün tavşanımız öldü, gömdük, iki gün sonra da babamın haberi geldi."


     İki ayrı canlı, ikisinin de bedenleri, mekanizmaları artık çalışmıyor, ve mekanizmaları çalışan insanlar onları toprağın altına koyuyorlar, bir daha görmemek üzere. Duyguları olan mekanizmalardan, robotlardan farksız görünüyoruz değil mi böyle bakınca. Hatta "gömme" kelimesi duyguları bile olmayan varlıklar gibi gösteriyor bizi. Mekanizmanın durmasına ölüm deniyor ve ölüm gerçekleşince o kişiyi aramızdan çıkarıyoruz, çünkü çıkarmasak da gözümüzün önünde çürüyecek. O kadar çok şey yaşıyoruz, aşk gibi bir duyguyu bile bedenlerimizde taşıyabiliyoruz, üzülüyoruz, ağlıyoruz, nefret ediyoruz... Aslında mekanizmanın durmasını, birden bunların hepsini kaybetmeyi ve gömülmeyi hak etmeyecek kadar çok şey yaşıyoruz bedenlerimizde. Dünyaya geldiğimiz andan beri yaşamayı öğrenmek ve en iyi şekilde yaşamak için elimizden geleni yapıyoruz, hepimizin farklı karakterleri var, bedenlerimizden ayrı ruhlarımız, kişiliklerimiz var... Ama sonra hiç bizim kontrolümüzde olmayan bir şekilde o kadar yaşanmışlığı barındıran ruhlarımız bedenlerimizden ayrılıyor. Durduramıyoruz bile. "Bare zaman harcadığım şeyleri gerçekleştireyim bekle" bile diyemiyoruz. 





      Çalıştığım yer çok tarihi bir bina. Oraya gittiğimde bazen düşünüyorum da, senelerdir kaç kişi çalışmıştır burada, kaç kişinin anıları vardır kim bilir... Ama o insanlar öldü. Biz de öleceğiz ve bizim yerimize gelenler de bizleri tanımayacak.


      Dedemin ölümü hepimizi çok üzdü, ama bir ay sonra normal hayatımıza dönmüştük. Bir ay sonra da çok üzülüyorduk, ama yaşıyorduk işte. Hayat durmuyor ki. Şimdi 10 ay geçti üstünden. Yine anıyoruz, özlüyoruz dedemi, anneannem hala ağlıyor anılarını hatırladıkça ama aynı zamanda da sürekli yeni şeyler yaşayıp kahkahalarla gülebiliyoruz. Dedemizin vücudu çalışmaktan vazgeçtiği için yıllardır bizimle çok şey paylaşan ruhu da bizi terk etmek zorunda kaldı. 


      İnsan ruhu, kırılgan bedeninin yaşamasına muhtaç olacak kadar çaresiz...

      Yıllardır bizimle onca şey paylaşan, güldüren, öğreten, ağlatan adam artık yok. 10 aydır yok. Biz şimdi onun yokluğuna alıştık ve kahkaha atabiliyoruz. Dedem bizim için çok değerliydi. Biz de şimdi birileri için çok değerliyiz. Sevgililerimiz, eşlerimiz, anne babalarımız, kardeşlerimiz, arkadaşlarımız... Biz de öleceğiz birilerinden önce. Bizim yokluğumuzda etrafımızdaki insanlar yaşamaya devam edecekler, bir süre sonra yeni şeyler yaşamaya, kahkaha atmaya başlayacaklar. Sevdiklerimiz atlatıp mutlu olmayı hak etmiyor mu ? Tabi ki ediyorlar. Bizim, kaybettiğimiz yakınlarımızdan sonra yaşamayı ve gülmeyi hak ettiğimiz gibi. Ama "ilerde ölecek olan kişi" olarak bakınca da, siz yokken her şeyin hiç olmamışsınız gibi devam etmesi... İdrak etmesi zor, hepimiz için.



17 Temmuz 2012 Salı

Lafta Yaz Tatili

 
       Şu an bürodayım. Düşünün yani ne kadar boşum ki post yazabiliyorum. Üçüncü haftam olduğu halde sadece bir kere adliyeye göndermekten başka bir şey yaptırmadıkları için uyuz oldum hepsine. Ve asıl komik olan da şu ki; buraya geliyorum, boş boş oturuyorum, kendi çabamla öğrenmeye çalışıyorum, sürekli yapabileceğim bir iş var mı diye soruyorum, hiçbir bok yok. Sonra sevgilimle buluşmak için erken çıkmak istediğim gün bir toplantı peydah oluyor. Mesela kaç gündür çektiğim can sıkıntısı ve patronun ikinci kez tatile çıkmasını fırsat bilerek önümüzdeki iki gün için izin aldım. Çünkü yarın yakın arkadaş ve kuzenlerle Büyükada'ya gidip yüzeceğiz, diğer gün de sevgilimle buluşacağım. Buradaki vaktim o kadar boş geçiyor ki hiç çekinmeden izin alabiliyorum. Ama tam izin alırken " yarın icraya gidecektik." diyorlar. Banane dedim ya yeter artık, benim kadar iş isteyen ama iş verilmeyen biri olamaz. 7 saat boyunca öylece oturduğunuzu, ve bunun birkaç gün boyunca devam ettiğini düşünün, hatta üçüncü haftanın aynı şekilde geçtiğini düşünün. 


       Zaten evin inşaatı uzadı, haftasonuna kadar evimde kalamamaya devam yani. Evden çıkıp anneanneme çıkarken iki hafta sürmesini bekliyorduk, annem ona göre eşya ayır demişti. Ama tabi ben bir bavulu doldurmuştum, aklımı seveyim ! 4. haftanın içine giriyoruz. Tek eksiğim bikini. Malum yarın için. 2 hafta boyunca yüzme planım olmadığı için almamıştım, ama onu da kaynaklardan temin ederiz. Sizin tatiliniz nasıl geçiyor ?? Blogları okuyordum da çoğunuz evdesiniz sanırım. Hatta koyulan tatil resimlerinden gına gelmiş sanırım çünkü hepimizin içi gidiyor. :D Ama ne yapalım, bizim de gideceğimiz gün gelecek illa ki !!!


       O güne kadar hepinize sabır diliyorum. Evde oturuyorsanız da lütfen benim yerime de değerlendirin. Soğuk kahve yapın, uzatın bacakları, bir film açın ya da bir dergi, bir kitap alın elinize... Günlük yazın, liste yapın, hedefler koyun hem bu tatil için hem de önümüzdeki kış için. Ben her yaz ve her eylül ayında yapardım. Ama bu yaz sınavlar, ev inşaatı ve staj izin vermedi maalesef. Artık kısmet eylül listesine. :)




      Hepinize şu resimdeki tatlı tablo gibi bir tatil yaşamanızı diliyorum...

14 Temmuz 2012 Cumartesi

"Aaa bunu profil pikçırr yapmalıyaaıııııaaaııımmm.”


Jean Jacques Rousseau demiş ki : İnsanlar doğal yaşam dönemlerinde yalnızlardı, sadece üremek için bir araya gelirlerdi. Ama sonra doğal afetlerin de artmasıyla daha çok bir araya gelip, daha çok yakınlaştılar. Yakınlaştıkça birlikte olmanın yaşamı kolaylaştırdığını fark ettiler, avantajlarını gördükçe de daha çok yakınlaştılar. Böylece toplum hayatına geçildi. Bilim ve sanatlar gelişmeye başladı, insanların yetenekleri ortaya çıktı ve bütün felaketler bundan sonra başladı. İnsanlar kendilerini diğer insanların gözünden görmeye başladılar, sürekli diğer insanların referansına ihtiyaç duydular. Kendi kendilerine yaşama, kendi kendilerine yetme özelliklerini kaybettiler.
Sürekli kendinden daha iyi bir varlığın referansına ihtiyaç duyan insan artık kendi değerlendirmesini yapamaz hale gelmiş yani. Jean Jacques Rousseau bunları söylerken şimdiki halimizi öngörebilmiş miydi acaba.. :)  Aslında buralara facebooktan geldim arkadaşlar. İnsanların diğerlerinin beğenisine daha çok muhtaç olduğu bir zaman olmamıştır heralde.


 Mesela bir yere gidiyorsunuz arkadaşlarınızla eğlenmeye. Bir şeyler içersiniz, sohbet edersiniz falan diye düşünüyor ve gidiyorsunuz. Peki sonra neyle karşılaşıyorsunuz ? Fotoğraf makineleri. Sakın yanlış anlaşılmasın, fotoğrafı çok severim. Çünkü ne kadar çok fotoğraf olursa, EVİMDE o kadar çok albümüm olur. Yaşım ilerlediğinde Hayat’la, arkadaşlarımla o albümlere bakıp nostalji yaparım. Çocuklarıma gençliğimi gösteririm. Benim sebeplerim bunlar. Şimdi insanların elinde o fotoğraf makinelerinin olma sebebine bakıyorum da, güzel bir poz yakaladıkları anda “aaa bunu profil pikçırr yapmalıyaaıııııaaaııımmm.” demelerinden hemen anlayabiliyorum. Ben güzel bir poz yakalasam çerçevede nasıl durur, odamda nereye koyabilirim diye düşünüyorum. Ama onlar o an alacakları “like” ları ve “comment” leri düşünüyorlar. Ben güzel çıkmak için poz vermeye çalışırken insanlar anında pozisyonlarını alabiliyorlar çünkü artık bu konuda uzmanlaşmışlar. O an güzel bir fotoğraf karesi yakalamaları önemli değil, bir an önce facebooka koymaya odaklanmışlar.

Facebook kullanmıyorum, ama kullanırsam da şu anda insanların kullandığı şekilde kullanmam inşallah. Ben bu kadar çok maske takılan başka bir yer daha bilmiyorum. Değişik ışıkta ve değişik yönlerden çekilmiş yüzlerce güzel fotoğraf, aşırı sosyal bir hayat, habire eğlencede, tatilde çekilmiş resimler… Evet arkadaşlar hepiniz profilinizde çok taşsınız ve muhteşem bir hayatınız var. Beni asıl rahatsız eden bu işte. Facebookun zaman kaybı olduğunu falan düşünmüyorum, ya da facebook sahibi olanları eleştirmiyorum. Ben facebook sahibi olup, bütün hayatını ona odaklayıp, orada maske takmayı eleştiriyorum.

Özellikle kendi arkadaşlarımın facebook hesaplarına bakıyorum da… Facebookum olmadığı için en çok kendimi kutladığım nokta neresi biliyor musunuz ?  Mesela bir yere gittiniz, ya da yeni bir kıyafet aldınız, ve paylaşmak istiyorsunuz. Ben sevdiklerimle paylaşırım ama insanlar facebookta alakalı alakasız kim varsa onla paylaşıyorlar ya; geçirdikleri o muhteşem günü orda yayınladığı an, herkes onun o gün ne kadar eğlendiğini ne kadar güzel olduğunu falan görüyor ya; işte o an ben görmüyorum. Bana karşı o maskeyi takamıyor. İçten içe, kendileri bile fark etmeden hava atmanın mutluluğunu yaşıyorlar ya, işte ben o muhteşem günlerini onlarla paylaşmıyorum, o sahte paylaşıma izin vermiyorum. Ve bu bana inanılmaz bir haz veriyor.

Aşkım, benim her şeyim. Hayat’ım dünyadaki en değerli varlığım. Onunla yaşadığım şeyler çok özel. Hiç mi tartışmıyoruz, hiç mi kavga etmiyoruz ? Ohoo hem de nasıl. Burada bir kere bile kavgamızı anlattım mı ? Hayır. En fazla tartışmalarımızdan yola çıkıp erkeklerle ilgi çıkarımlar yapıp kadın-erkek ilişkileri hakkında yazarım. Ama sevgilimle ilişkim o kadar özel, o kadar güzel ki benim için, o kadar çok saygı duyuyorum ki, en küçük kavgamızı bile gelip hemen ilan etmem. Çoğu zaman kimseye söylemem, aramızda hallederiz. Ama insanlar o kadar saygısız ki birbirlerine, ilişkilerine karşı… Olanları belki kendileri bile bilmiyorken, anlamamışken, facebookta online olan herkes her şeyi öğreniyor. Yok birbirlerine laf sokmalar, ilişki durumunu habire değiştirmeler, faceten silmeler… Ondan sonra da barışıp sevgi sözcükleri söylüyorlar yine herkesin gözü önünde. Diğerleri ne yorum yapıyor kim bilir. Resmen kendilerini rezil ediyorlar.

İşte insanların kendi kendilerine yetememeleri, kendilerine olan saygıyı kaybetmelerine sebep oldu. Sürekli başka insanların onayına, referansına ihtiyaç duymalarına sebep oldu. Sonra diğerlerinden kendilerini üstün görme çabası ortaya çıktı, sonra üstün olduklarını ilan etmeden, daha doğrusu kanıtlamaya çalışmadan bir gün bile geçiremez hale geldiler. Sonra da birbirlerine olan saygıyı kaybettiler. 

Edit : Arkadaşlar ben facebook hesabı olanları kesinlikle eleştirmem, eleştirdiğim şeyler tamamen ayrıntılardır, maskelerdir... Hepiniz bebeklerimsiniz. Kaldı ki bloglarımızın da facebook hesapları var, tabi ki olacak, lütfen kişiselleştirip yanlış algılamayalım.

10 Temmuz 2012 Salı

Önyargılar

     Bir adam vardı televizyonda. Genç yaşında beyin kanaması geçirmiş, kurtulmuş ama maalesef bazı yetilerini kaybetmiş. Beyninde ağlamayı ve gülmeyi kontrol eden bölümler hasar görmüş. Algıları zarar görmemiş. Çok üzülebiliyor ama ağlayamıyor, gözlerinden yaş gelmiyor ve ne kadar kötü bir şey yaşarsa yaşasın tepkisini mimikleriyle, gözyaşlarıyla gösteremiyor. Sadece üzüntüyü hissedebiliyor. Dışarıya yansıtamıyor. Ne kadar komik bir şey olursa olsun, en komik espri bile yapılsa kesinlikle gülemiyor. Komik geliyor, ama gülümseyemiyor. Bunların yanında görme yetisinde şöyle bir bozukluk var. Çift görüyor. Her şeyi çift görüyor ve sadece birine odaklanmak zorunda, doğru olan görüntüye odaklanmak zorunda yoksa normal bir şekilde görmüyor. Örneğin iki su bardağı görüyor ama yanlış görüntüye odaklanırsa eliyle tutmaya çalışırken eli boşluğa gidiyor. 2 sene boyunca bu duruma alışmaya çalışıyor, doğru görüntünün hangisi olduğunu anlıyor. Sadece ona bakarak hayatını yaşamaya çalışıyor. En çok neyi özlediği sorulduğunda, ağlamayı özlediğini söylüyor. Sırf insanların garip bakışlarına maruz kalmamak için gülme mimiği gibi görünen kelimeler söylüyor kendi kendine, sessiz bir şekilde. Biz sadece fotoğraf çekilirken esprisine cheese diyoruz ya, işte o hayatı boyunca bunu yapıyor. Neden ? İnsanlar garipsemesin diye. Biz dışarıdan bu adama baktığımızda garipsemeyelim diye. "Ne komik espriler yapıldı adam mal gibi bakıyor yeaa" demeyelim diye. "Oha annesi ölmüş adam ağlamıyor." demeyelim diye. "Hahaha adama bak bir bardağı tutamadı." demeyelim diye. Sırf biz bu merhametten yoksun olan iğrenç yanımızla o adamı yargılamayalım diye.



      Bir cafede Hayat'la otururken birini gördük bizim yaşlarımızda. Koltuğa biraz yayılarak oturmuş, uzatmış bacaklarını. Biz de "Oturuşa bak ya." falan diye tüm önyargımızla, yorum yaptık. Sonra çocuk ayağa kalktı. Biz çocuğa baktık, sonra birbirimize baktık, sonra yere. Çocuğun bacağı protezdi ve bizim gibi oturması imkansızdı. O çocuk o protezle yaşamak, insanların bilinçsiz yorumlarına, bakışlarına maruz kalmak zorundaydı. Sanki hiçbirimizin başına gelemezmiş gibi, hani engelli bir insan gördüğümüzde, ya da fiziksel olarak bizden farklı bir insan gördüğümüzde ister istemez bakarız ya. Üzülürüz bazen, iğrençliğin dibine vurup dalga geçenler bile vardır. Nasıl oluyor da düşünmeyiz ki onun yerinde biz de olabilirdik.


     İnsanların neler yaşadığını umursamıyoruz. Normalin aksine en küçük bir şey gördüğümüzde eleştirmeye o kadar hazırız ki. Çok aksi bir insan var mesela, nereden biliyoruz o gün çok yakınını kaybetmediğini ? Ya da o gün işinden kovulmadığını ? Düşündüm de dün eleştirdiğim o devlet memuru ya çok kötü bir şey yaşamışsa ? Tamam belki de o gerçekten karaktersizdi, uyarılması gerekiyordu. Ama belkilerle bir insanı kırma riskini alabiliyoruz. Hadi tartışmalar neyse, sırf dışarıdan görüp kendi kendimize acımasız yorumlarda bulunduğumuz insanlar ne olacak ?

     İyi kötü bir gün geçiriyoruz, geliyoruz paylaşıyoruz, kızıyoruz, yorum yapıyoruz. Ana fikir ne ? İnsanlar. Yani mutluysak, üzgünsek, kızgınsak hep insanlardan kaynaklanıyor. Bazen çok önemsiz biri oluyor, dün yazdığım yazıdaki kadın gibi; bazen hayatımızdaki en değerli varlık oluyor, sevgililerimiz, ailelerimiz gibi... Hep diyorum insan dediğin varlık merhametli olacak. Hani sürekli yorum yapıyoruz ya, biz bile merhametli değiliz aslında. Bütün kötülük önyargılarda.
     

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Türk'ün Ter Kokusuyla ve Devlet Memurlarıyla Imtihanı

      Daha haftanın ilk günü olmasına rağmen benim için baya hareketli başladı. Aman boşver, boş boş oturmaktan iyidir. :) Önce Yenibosna'ya sonra da dönerken Bakırköy adliyesine gittim. Ama yorgunluktan öldümmm. Nasıl bir sıcak hava ! Dışarı çıkıyorum sanki etrafıma bir sürü elektrik sobası döşemişler. Eridim resmen buharlaştımmm.



     Ben klimalı halk otobüslerine alışmışken metrobüs gebertti beni. Giderken iyiydim, oturdum hatta. Ama dönerken kalabalıktı, ayaktaydım. Önümde de bir adam vardı. Adamın kolunu kaldırıp yukardan tutunmasıyla ben bayılmışım, gerisini hatırlamıyorum. Şaka tabi. Ama bayılsaydım da o kokuyu almasaydım yani. Ben hayatımda böyle bir koku duymadım. Yer değiştiriyorum ama fark etmiyor herkes aynı bok. Yaa dedim kaç günde bir duş alıyorlar, deodorant kullanma alışkanlığı da edinmemişler. İnanamıyorum gerçekten. İnsan kendi kokusundan rahatsız olur en başta ! Ama yok olmayınca olmuyor demek ki.
     Neyse gittim Yenibosna'ya. Dosyayı verdim ama bir sefer vekalet ücreti için tekrar odaya girdim, bir sefer de dosyanın bizde kalması gereken suretini almak için. Girdiğim odaya da normalde girmek yasak yani. Adam yeniyim diye anlayış gösterdi onu atlattım. Bakırköy'de de her şeyi hallettim ama bir dosyaya bakmam gerek.


     Girdim odaya, münasebetsiz mal kadının teki oturmuş, yüzüme bile bakmıyor, aşırı aşağılayıcı konuşuyor ve siz değil sen diye hitap ediyor. Ben sakin olmaya çalışıyorum, o arada yaşlı bir amca geldi, iki üç kere özür diledikten sonra "kızım bilgisayarlar geldi mi " dedi. Embesil kadın, amcaya öyle bir baktı ki "ne diyosun yaa ne bilgisayarı" dedi. Ya malll resmen mal. Ben çıkarken "Sizin birine siz diye hitap etmeniz için illa avukat ya da üstü olması gerek heralde!" dedim. Tam çıkıyordum cevap vermeye başladı. Neymiş bananeymiş, onun karakteri öyleymiş, benim için kendini mi değiştirecekmiş, nasıl bağırıyor ama. Ben de bağırdım. "Siz nerede çalıştığınızın farkında mısınız, adalet sarayı burası" dedim. "Bana sen diye hitap edemezsiniz" dedim. Yok işte bana bilgileri vermek zorunda değilmiş. "Bilgileri vermeyin ama karşınızdakine insan gibi davranın konuşmanın da bir üslubu var düzgün konuşmak zorundasınız. Biraz önce babanız yaşında bir insan size bir şey sordu ona davranışınızı da gördüm." dedim Bana demesin mi "Rahatsızsan avukat tut şikayet et." Neymiş ben avukat olacaksam bunlara alışmam lazımmış. Allah allah dedim sizin düzgün konuşmanız lazım asıl. "Benim sizinle harcıyacak vaktim yok, sadece uyardım." dedim çıktım. Ama sinirden gözlerim doldu, daha ilk adliyeye gidişimde olay çıktı yani embesil karı yüzünden. Neyse ki sakinleştim, döndüm büroya. Şu anda da eve geldim, yorgunluktan ölüyorumm.




     Okulum, canım okulum. Gidiyoruz, sımsıcak arkadaşlarımız karşılıyor, muhabbet ediyoruz, istersek derste uyuyoruz falan. Kantine yemek yemeye inip derse girmekten vazgeçiyoruz, ve hiç yorulmuyoruz. Allah'ım ne güzelmiş okul. Neyse ki bitmedi. :D Staj zormuş zor.

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Staj Gerginligi Sonrası Alısveris ve Muhtesem Mekan 'Benzin'

       İlk staj günüm iyiydi. Ama staj nasıl hissettirirmiş 4. gün anladım. En son çıkar çıkmaz gözyaşımı tutamamamı hatırlıyorum. Ben mi çok asosyalim bilmiyorum ama dayanamadım işte. Ne yaptıkları esprilere, ne de o ortamda olmaya. Hayatıma zorla yeni insanlar giriyor gibi hissetmiştim sanırım. Orada çalışan biri var. Orta yaşlı, sürekli espri yapan, geveze bir adam. Ama yani artık ben zorla gülmekten sıkıldım o konuşmaktan bıkmadı. Yani belki de ben oraya alışayım diye ama işte sinir bozuyor. Mesela bunlar her gün aralarında para toplayıp öğlen yemeği için sofra kuruyor, bana da ilk iki gün sen misafirsin dediler para almadılar, üçüncü gün de misafirlik bitti diye espri yaptılar. He ben burada iş verin yapayım da bir şeyler öğreneyim diye kıçınızın dibinde oturayım, para alıp almayacağım bile belli olmasın, sonra da öğrenci halimle günde 5 lira sırf o yemek için verip ay sonunda eksilere düşeyim. Neyse takmadım. Perşembe günü postaneye gittim geldim, öğlen yemeği de yemiştim acıktım diye. Sonra yemeğe çağırdıklarında "afiyet olsun benim canım istemiyor, dışarı çıktığımda yedim." dedim. Demesin mi o geveze "para almayız korkma ya gel ye." Allahım ya dedim "ne alakası var dışarda yedim ben." Yani Allah aşkınıza ne deseydim. Sonra işte toplantıdayız, toplantının ortasında bana "evlilik ne zaman" diyor. Ben de "çok var" falan diye espriyle geçiştirmeye çalıştım. Diğerleri ne evliliği falan deyince bu sefer de "e baksana yüzüğüne Duygu'nunki tek taş bunun kaç tane taşı var." Ya salak öğrenci halimizle pırlanta takmadık heralde, sustum kaldım hiçbir şey demedim. Sonra orada bir tane avukat var, her sabah aynı şey, telefonu çalıyor ve o " Alooooo sefgılııııııııımmmmm, napıosunnnnnnnn yuaaaaa" diye başlıyor ve aynı uzatmalarla "öptüm babaaaaaaaaaaaaayyyyyy." diye bitiriyor. Ve ne zaman bana dışardan bir şey ister misin diye sorsalar benim yerime cevap verip "Nora yemezzz." Diyor. Neymiş ben hayır teşekkürler diyorum diye hiçbir şey yemiyor olmuşum orada. Ya kötü niyetli değiller gerçekten, ama kendi aralarında o kadar yakınlar ki, saçma sapan esprilerin orada alışmaya çalışan ve diğer herkes avukatken bir bok bilmeyen bir şeyler öğrenmeye çalışan birinin sinirlerini bozacağını düşünmüyorlar. Neyse artık inşallah bu hafta iyi geçer.


      Size süper bir mekan söyleyeceğim. Dün Hayat'la önce Kadıköy'e gittik, sonra da Taksim'e döndük. Kadıköy'de muhteşem bir yer var. Öyle bir yer ki hani sırf kalabalıklaşmasın, bizim mekan olarak kalsın istediğinizden, kimseye söylemeyeceğiniz kadar hoş bir mekan. Benzin. Hani Ptt var ya, işte onu geçin, biraz daha ilerleyin orada Benzin. Rengarenk bir mekan. Baya da geniş, bir sürü masa var küçüğünden büyüğüne. Dışarda da masaları var. Taksilerin siyah sarı deseni eşliğinde Big Yellow Taxi yazıları, ve eski film afişleri tüm duvarlarda göze çarpıyor. Resmen mekanın bir karakteri var. Bir sürü televizyon var, çaldıkları müzikler de gayet eğlenceli. Menüsü o kadar güzel düzenlenmiş ki, yine rengarenk bir menü ve bir mekanda yeme-içme için arayabileceğiniz her şey var. Yemekleri çok lezzetli. Tuvaletleri bile o kadar güzel ki, hem geniş, hem de duvarları karikatürlerle süslenmiş. Bu arada garsonlar da gayet ilgili. Fiyatları bence öyle iyi bir mekan için uygun. Yemeklerin fiyatı tavuk yemekleri, pizzalar ve makarnalarda 11-16 arası, et yemeklerinde tabi 20 ye çıkıyor. Abur cubur diye adlandırdıkları, bira yanında iyi giden yiyecekler var, efes 30luk şişe 6 lira örnek vermek gerekirse. Kesinlikle tavsiye ederim.



      Sonra Taksim'e döndük alışveriş için. Biliyorsunuz indirimin dibine vurmuşlar. Çok bir şey bulamamıştım ve uzun tül eteklerden istiyordum. Yürürken önümde bir kız gördüm. Allahım tammm istediğim etek. Hayat "aşkım git sorsana nerden almış" diyor ama hayatta sormam. Ama o kadar beğendim ki bir yanımda "lan git sor ne olacak" diyor. Sonra Atlas Pasajı'nda olur bu tarz şeyler yaa dedim girdim. Yemin ederim baktığım ilk dükkanda buldum. Ama resmen şaşırdım oha dedim ya nasıl çok istediysem :D. Hayat da diyor ki " ilk defa böyle bir şeye şahit oluyorum." :D Biz Hayat'la sürekli alışverişe çıkarız, o da sever alışverişi, ama genelde elli tane yere bakar ancak buluruz. Bu sefer resmen sürpriz oldu. Öyle böyle derken keyfim yerine geldi çok şükür. 


     Bazı şeylere sinirimin bozulmasında sanırım evimde olmamam da çok etkili. Ananeniz de olsa bir başkasının düzenine ayak uydurmak zor oluyor. Eşyalarınızın ufak bir rafta ya da valizde olması, her şeyinizin bir rafta ya da çantada tıkışmış olması, kendi yatağınızda uyumamak... Ama inşallah 1 hafta sonra bitmiş olacak.

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Erkeklerle Konusma Sorunu

      Hepimiz, yani kadınlar olarak, gayet iyi biliyoruz ki erkeklerle konuşmak, onlara dert anlatmak biraz zor. Daha doğrusu biz gayet iyi ifade ediyoruz ama onlar bazen çok basite indirgiyor, uzuuun uzun konuşuyoruz, mesaj atıyoruz ama onlar kısacık bir cevapla şakk diye konuyu kapatabiliyorlar. Ya da bizim büyük sorun olarak düşündüğümüz bir şey onlara o kadar basit geliyor ki, beklediğimiz açıklama iki kelimeden ibaret olunca bön bön bakıyoruz. 
     Bu konuşma sorunu genelde tartışmalara neden olur. Siz anlatırsınız, anlatırsınız, erkek arkadaşınız gayet ilgiyle dinliyordur, ama neden bu kadar uzattığınıza anlam veremiyordur, veya tartışmayı bitirmek ister ya da telefondaysanız telefonu kapatmak ister.
     Erkeklere göre biz kadınlar hep çok konuşuruz. Ne gerek var o kadar konuşmaya değil mi ! Mesela erkek arkadaşımla konuşuyoruz, ben arkadaşımın geldiğini söylüyorum," ne yaptınız gününüz nasıl geçti " diye soruyor, ben "sohbet ettik" diyorum. Aynı soruyu ben ona soruyorum "Pes oynadık" diyor. 



     Caroline Vimont kadın-erkek ilişkileriyle ilgili bir kitap yazmış ve erkeklerin konuşmalarıyla kadınların konuşmalarını bilimsel olarak açıklamış. " Siz hiç telefonda 45 dakika arkadaşıyla konuşan bir erkek gördünüz mü ? Zordur, hatta imkansızdır! Kadınlarda konuşma becerisi ve isteğinin daha yüksek olmasının nedenini pek çok şeyde arayabiliriz. Öncelikle kadınlar erkeklere göre biyolojik olarak sohbet etmeye daha yatkındır. Bunun nedeni kadınların beyinlerinde konuşmayla ilgili bölümlerin hem sağ hem sol yarımkürenin ön tarafında bulunmasıdır. Oysa erkeklerde bu bölümler hem kadınlara göre daha dağınık hem de sadece sol yarımkürede bulunur. Yani bu durumdan kadınların konuşma yeteneğinin erkeklere göre iki kat fazla olduğu bile çıkarılabilir. Konuşma becerilerini kontrol edecek noktalar bir arada bulunduğu için kadınlar beyinlerinin geri kalanını diğer görevlere, başka şeyler yapmaya yönlendirebilir." İşte böyle. Yani artık sürekli konuşmamızla gurur duyalım bence. :)  



     Kadınlar stres altındayken konuşmayı, erkeklerse susmayı tercih edermiş. E tartıştığımız anları düşünsenize ! Resmen insan içindeki her şeyi söylemek, ikna etmek, karşı tarafa dert anlatabilmek istiyor. Karşı taraf da konuşsun, cevap versin istiyor. Ama bu stresli anda erkekler aslında susmayı tercih ediyorlar. Susup düşünerek sorunları daha iyi çözüyorlar. Bu da bizim için sinir krizi sebebi tabii. Mesela hep birlikte film izliyoruz, ya da herhangi bir etkinlikte bulunuyoruz, kadınlar aynı zamanda konuşabilir ve yaptığı şeylere odaklanabilir, ama erkek tek bir şeye odaklanmayı tercih eder. Bazen de bu sebeple kadınları sustururlar. Çünkü odaklanamıyorlar. Ya da düşünün. Alışverişe gittiniz, nereden ne, aldığınızı, ne sebeple aldığınızı anlatmaya çalışıyorsunuz. Günüm şöyle geçti, şu bitmişti şunu aldım, şu eksikti şuraya gittim... falan. Erkek tabi ki dinler, anlar, ama ayrıntılara değil, sadece o gün alışverişe gittiğinize odaklanır.



     İşte bu yüzden biz sürekli konuşuyoruz, onlar sürekli susuyor. Ciddi bir şey anlatmak istediğimizde, ya da konuşmamız gerektiğinde, erkekler biraz kasıp daha uzun konuşsalar, daha çok ayrıntı verseler, kadınlar da uzatmamaya çalışıp konunun özüne değinebilseler belki de sorunlar daha kolay çözülür. 

2 Temmuz 2012 Pazartesi

llk Is Günüm


     Evet arkadaşlar, ilk staj günümü atlatmış bulunuyorum. :)) Tüm avukatlar çok iyi, çok sıcaklardı. Üç kadın üç erkek var ama bugün iki kişi gelmemişti. Birini zaten tanıyorum, diğeriyle de artık yarın tanışacağım. Dün gece hiçbir heyecanım yoktu ama sabah uyandığım andan itibaren o kadar heyecanlandım kii. Büronun olduğu yeri de bir bilseniz... Aslında söylesem hepiniz bilirsiniz. :)) Çok eski, tarihi bir bina. Ben gittiğimde henüz avukatlar gelmemişti. 15 dk sonra geldiler. Bugün sadece fotokopi çektim ve notere gittim. Bütün gün meyvelerden tutun krakerlere bir şeyler ikram ediyorlar, boğazları hiç durmuyor, ki bu benim çok sevdiğim bir şeydir. :) Ve o kadar kibarlar ki beş kişinin arasında birine bile gıcık olmadım.
     Bugün eteğimin gazabına uğradım. İlk gündü, dışarı çıkacağımı da düşünmedim, bu kadar rüzgarlı olacağını da düşünmedim. Etek resmen bağımsızlığını ilan etti, nasıl tutacağımı şaşırdım. Sonra da bütün yolu eteğimi tutarak geçirdim. Neyse ki yakındı da çok yürümek zorunda kalmadım. Yolda öğlen yemeği olarak bir açma aldım, zaten ikram ettikleri de baya tok tuttu. Ben öğrenmeye gittiğimden öğle yemeği için falan para vermiyorlar. Benim tek istediğim iş bittikten sonra az da olsa para vermeleri. Elimden geldiğince çalışacağım. Çünkü Hayat'la tatile gitme planlarım için mükemmel olur. Şu an para biriktiriyorum.


     Çalıştığım büro ticaret ve icra davalarına bakıyor. Yani bana deseler bir alan seç asla o dosyalara bakmak zorunda kalma ama diğerlerinden sorumlusun, inanın ticaret derim. O kadar sıkıcı geliyor ki anlatamam. Orada o kadar dava dosyası var, aslında hepsini okuyabilirim, hiç de sıkılmam, ticaret olmasaydı tabi, ama işte bu büro ne boşanmaya, ne cezaya bakıyor. En azından onlar eğlenceli olurdu. Ama neyse bir ay dayanacağım artık. Hem hiç o dosyalara bakmadım demem, en azından denedim ama sıkıntıdan patladım okuyamadım bile diyebileceğim.
     Benim şimdi tek çekincem adliyeye göndermeleri. Dilekçe yazmak da dava açmak da teoride öğretildi güya ama pratik yapılmayınca bir işe yaramıyor işte unuttum bile şu an.


     Öyle yani canlarım. Avukatların meslekte robottan farksız olduğu düşüncem bugün değişti. Gayet normal konuşuyorlar, argo kullanıyorlar, müzik dinliyorlar falan. Ya da ben gençlere denk geldiğimden öyle. 40 yaş üstü kimse yok. İnşallah bundan sonrası da kolay geçer.


Öptüm çok.